Seçmeler
Yazan: Bulet A.
Tür: Öykü
Hakan
Yağmurda ıslanmayı sevmem. Nefret ederim hatta. İkinci kaptanlık yaptığım yıllarda iliklerime dek ıslanıncaya kadar güvertede dururdum. Şimdi de ağır gri bulutların altında dururken eski günlerin sızısını kemiklerimde hissediyordum. Yine de gençliğin altın çağıydı. Odessa limanında hepimizi bir kız beklerdi. Bir sonraki seferde gemiden inmezsek başkasına gidecek bir kız. Gerçek olmasa da güzeldi. Bir tekne alacak parayı biriktirdiğimde bırakacağım derdim. Her dönüş seferinde. O da kısmetmiş işte. Alinda şimdi Bodrum limanında bağlıdır. Beni bekler. Altın tepside güneşi, gövdesinde kuruyan tuzu, geceleri ninni söyleyen çoban yıldızını bekler. En çok da çocuk seslerini, arıların vızıltılarının sardığı sabahları, kaynayan çaydanlığı, içinde rüzgarların oynaştığı yelkenleri özler. Ben şimdi başka bir şeyi özlüyorum. Bir kadını… Daha doğrusu onun bende aylar içerisinde şekil verip yoğurduğu, yıkıp yeniden yaptığı, renk karıp boyadığı, sarılıp ağladığı sonra da bırakıp kaçtığı bir şeyi özlüyorum. Her gördüğümde dinen her ayrılışta azan bir ağrı… Bir canavar beni yiyip bitiren…
Sarayburnu’ndan denize bakıyorum. Bir zamanların gözde intihar yerlerindendi. Hafızamda böyle bir şeyler kalmış. Yok, ruh halim iyi. Beklerken hep iyidir. Ben buradaki deniz fenerini severim. Bir de artık yerinde yeller esen İskenderiye Feneri’ni . Yaşlı kaptan ne çok kitap okurdu. Bana da verirdi bitmek bilmeyen yollarda. Orada okumuştum fenerin hikayesini, bir de temsili resmi vardı.Şimdi yoktu ama bir zamanlar tüm ihtişamıyla var olmuş olması onu sevmemin nedeniydi, bilemiyordum. Tüm Akdeniz seferlerimizde yüreğim hoplardı. Sanki bu sefer görüverecekmişiz gibi. Devamı gelememiş şeylerin temsilcisiydi. Yok ama aslında var olan. Ya da tam tersi.
Zuhal
Bodrum merkezdeki kahvede bekliyoruz. Erkekler yeni bir tekne bakmaya gittiler. Hava hem çok sıcak hem de çok nemli. Üzerimdeki ince elbise derime karıştı sanki. Çocuklar huysuzlanıyor ama yapacak bir şey yok. Kareli masa örtüsünün üzerindeki boş çay bardağı ile oyalanıyorum. Anlaştığımız tekne limana gelmemiş. Üç aile öylece ortada kaldık. Bu sık oluyormuş. Öyle söylediler. Mavi tura çıkma fikri zaten deniz tutması yüzünden beni çok korkutuyor. Teknenin bizi almaya gelmemesine çok sevindim. Belli etmiyorum ama. Umarım yeni bir tekne bulamazlar.
Denizde
Dualarım kabul olunmadı. Buldukları tekne bizim grup için oldukça küçük ama kaptanı uzun yol kaptanlığı yapmış. Bunun ne önemi varsa? Pasifiği geçeceğiz sanki. Kamaralarda sadece kadınlar ve çocuklar. Beyler güvertede yatacak. Kızlar kaptanı çok beğendiler. Yakışıklı ama tekneden ziyade telefonla mesaj atmakla ilgili görünüyor. Her ilacı denedim. Yine de en küçük dalgada işim bitik. Benim dışımda herkes hayatından memnun. Kaptan bana küçücük bir hap veriyor. Bu mu şimdi beni kurtaracak?
Çocuklar kaptanın devamlı Rusça sözlükten bir şeyler bakıp telefona yazmasına gülüyorlar. Beyler ise daha çok iç geçiriyor. Kaptan onların düşünü yaşıyor. Ben hem hastayım hem de çok sıkılıyorum.
İstanbul
Yine son anda haber verdim diye olmadık azarı işittim. Haklı tabii. Evli bir kadın ne de olsa. Anında bir bahane bulmak zor, karşısındakini inandırmak ise daha zordur. Hiç evli olmadım ama tahmin edebilirim. Ama geminin İstanbul’da durmasını hiç beklemiyordum. Yine de gelecek. Hep gelir.
Deniz fenerinin orda buluşmak benim fikrimdi. Önemi yok onun için biliyorum. Kadıköy iskelesinde desem fark etmez. Ya da direkt otel odasına gelse de olur. Hayatımı kilitlediği günden beri ne kadar yalnızım onu da fark etmez. Şimdi altın bir hale ile çevrili güzel kafasını önüne eğerek gelir. Hala utanır çünkü. Benden bile. Nerdeyse ayakucuma gelince başını kaldırır, ağzında yarım bir gülümsemeyle. Kırmızı kabanını giyer. Belki bir şemsiye ya da bir bere. Ya da desenli bir eşarp takar boynuna. Onu beklerken hayal etmeyi severim. Onunla sevişmekten bile daha çok bu hayali severim. Sezonun son turuyla beraber tekneyi çektik mi limana, bizim devrimiz başlar. Bizim demek ne kadar doğruysa artık.
Sıkıntı
İnanılmadık bir şekilde küçük hap işe yaradı. Hayata döndüm. Ergenlik çağındaki çocuklarla seyahat etmek gibi zor bir şey yok. Devamlı bir hareket, karmaşa. Babaları onlardan daha çok gürültü çıkarıyor o ayrı. Buna karşın akşamları çok güzel. Teknenin arka taraftaki oturma alanı dar. Her gece birbirimize nerdeyse yapışık oturuyoruz. Çocuklar yerde. Sessizlik, karanlık, gökyüzüne asılı yıldızlar, şarap, teknenin artık beni rahatsız etmeyen salıntıları. Kaptanımız sadece ona ait olan sandalyesinde korsan öyküleri anlatıyor. Oğlanlar ağızları bir karış açık dinliyorlar. Ne kadarı doğru? Ama güzel anlatıyor. Kendi de güzel bir adam. Genç, çok genç. Güneşten nerdeyse beyazlaşmış bıyıkları onu daha yaşlı gösteriyor. Yine de… Güçlü ayakları var, çıplak yürümeye alışkın. Bazı sabahlar biz kahvaltı yaparken o üst güvertede uyuyor. Çok garibime gidiyor, uyku mahrem bir şey benim için. Böyle herkesin içinde bebekler gibi masum uyuyor. Sırtına sarılıp yatmak geliyor içimden, yanaklarıma al basıyor.
Rıhtım
– Yine son anda!
– Biliyorum ama zaten konuşmuştuk değil mi?
– Sadece 3 saatim var. Burada ne yapıyoruz?
İskenderiye Feneri var ya demek istedim yalnız ve yaşlı. Sustum o da üstelemedi. Dalgakıranda yürürken her defasında çarpıp bin parçaya bölünen ama inadından vazgeçmeyen dalgalara minnettardım. Büyüyen, büyüdükçe de bizi yutan sessizliğe vuruyorlardı başlarını. Zuhal rüzgarla savrulan saçlarını bir küçük hareketle beresinin altına hapsetti. Ellerini de ceplerine. Hiçbir zaman tutamadığım küçük beyaz ellerini.
-Üşüdüm gidelim mi Hakan?
– Olur Zuhal… Evleniyorum…
Denizde, karada, geceleri düşlerimde, gün ışığının sıcaklığında nasıl söyleyeceğimi binlerce kez prova ettiğim, seçilmiş sözler, bakışlar, dokunuşlar, zamanlar düşündüğüm halde… Acemice, duygusuz, zamansız…
Zuhal başını kaldırıp bakmadı bile. Belli belirsiz bir hareket yaptı, boynunu omuzlarının içine çekerek. O kadar, onca zamandan sonra sadece bu. Benim senaryolarımda roller böyle dağıtılmamıştı. Bir kez olsun gitme desin.
-Beni deniz otobüsüne bırakır mısın?
Polis
Sıcak hava ve sigara dumanı araladığım camdan kaçıp canlarını kurtarıyorlardı. Bizse ölüyorduk yavaşça. Durmaksızın konuşsam da kayıplara karışıyorduk sanki. Radyo bile yardıma koşmuyordu. Her kanalda ağlıyordu şarkılar. Bir an susarsam hiçbir şey değişmemiş olacak gibi geldi. Yine hayata molalarımız olacaktık birbirimizin. Eskisi gibi. Hep olageldiği gibi.
Polis yana çekmemizi işaret ediyordu. O anda hatırladım ehliyetimi otelde unuttuğumu. Ellerim terli. Kalbimde bir sıkıntı. Titreyen bir sesle;
– Ehliyetimi evde unutmuşum efendim
Evet, efendim dedim daha yirmili yaşlarındaki polise. Memur bey derken beynim, dilim köleleşti korkudan. Sadece ehliyeti unutmuştum oysa. Kız kaçırmıyordum dağlara.
Memur anlayış gösterdi. Bu kelimeleri kullandı. Arabayı yeniden hareket ettirirken titreyen ellerimle bir sigara yaktım. Neden sonra fark ettim Zühal’in bana baktığını. Kocaman bakışlarında kocaman bir küçümseme duruyordu. Dudak büküşünde… Gülümseyişinde o korkutucu tiksintiyi gördüm.
İskenderiye Feneri yıkılıyordu içimde. Muazzam bir gürültüyle. Hem var olan hem de yok. Dalgalara gömülüyordu. Yapıyordum, yıkılıyordu. Yapamıyordum aslında. Yapmıyordum artık belki de.
Arkasından baktım. Islanıyordu yağmurla.
Vapura binmeden duraladı. Omzunun üstünden bir bakış bekledim. Sadece bir bakış. Uzatılan iskeleden hızlı adımlarla geçti
Yorum Yazabilirsiniz