Kadın ve Boğa
Yazan: Burcu K.
Tür: Öykü
İki katlı ahşap ev büyük bir gürültüyle sarsıldı. Kadınlar içeride kahvaltı yapıyordu. Kara ekmek, taze süt, peynir, bal ve yumurta baltayla yontulmuş tahta masanın üzerindeydi. Çevresinde de kadınlar ve çocuk. Ortadan ayrılmış yumurtaların sarısından, sütten buharlar çıkıyordu. Çabuk, dedi çocuğa anne, çabuk, yabancı hayvanlar geldi sanırım ve ahırın kapısı açık, bizimkilerin karınlarını deşerler sonra. Çocuk ilkokula gidiyordu daha. Sarı, dikelmiş saçları makineyle kesilmişti. Sütten aceleyle bir yudum alarak şişirdiği avurtlarını birazcık olsun indirmeye çalıştı. Kapının dibindeki çamurlu lastik ayakkabılarını ayağına geçirdi ve ahırın bulunduğu yöne doğru bir an önce geriye, masaya dönmek için aceleyle koşturdu. Bir kadın ilk görüşte bile pek perişan görünen ineğini ahırın önündeki direğe bağlıyordu. Annenleri çağırır mısın, dedi çocuğa. Kenarda, küçük bir çuvalda arpa duruyordu. Bu hiç de küçük sayılmayacak bir rüşvetti. Çocuk bunu biliyordu. Böyle hazırlıklı gelen herkesin ahırın içinde kocaman gözleriyle tepinip duran büyük boğayı istediklerini de.
Hemen her gece yağan yağmurdan oluşmuş çamurun içinde koşarak eve döndü. Derenin yanında evi olan kadın geldi, dedi, ineği de direğe bağlıyor. Büyükanne ve anne hoşnutsuzca bakıştılar. Kaç kez, dedi büyükanne, kaç kez söyledik, artık büyük boğaya bu işi yaptıramayız, güreşlere çok az kaldı… İki kadın yine de sessizce bir şeyler fısıldaştılar, ince bir köylü hesabı belki de; çok ayıp olur, dedi anne, bütün yıl değirmenlerini kullandık, tek söz etmedi… Ama boğayı çıkaramayız dedi büyükanne. Ağzında, yaşamı boyunca her sabah süt içmekten bembeyaz olmuş sapasağlam dişleri görünüyordu. İsmail kızar, elinden kurtulamayız sonra, dedi, yeniden.
Köyün başında, ormanın ortasındaki açıklıkta yapılan büyük boğa güreşinde, kış süresince her gün kaşağılanmış, bakıma alınmış boğalar semiz, yüzlerce kiloluk gövdeleriyle bir kuş gibi devinir, güreşir; boynuzunun fırlamasına, kırılmasına, yüzünün, gözlerinin kanla dolmasına dayanabilen en güçlüsü birinci olurdu. Büyük güreşlere az kaldı, dedi büyükanne, İsmail kesinlikle izin vermez. İsmail çalıştığı, sonradan kasaba olmuş bakır madeninden her hafta sonu geliyordu ve büyük bir dikkatle boğayı inceliyor, ensesinde, boynunda biriken gücü tahmin etmeye çalışıyor, kaşağılıyor, çocuğu da yanına alarak kimseye söylememesi, ağzından kaçırmaması için sıkı tembihte bulunarak ahırın her zaman terli duvarından, taşların arasından çıkardığı ince bir eğeyle boynuzlarını eğeleyip sivriltiyordu. Sonra da çocuk, haftanın bütün günleri bunu yineliyordu. Birçok yaşıtının aksine çok sevdiği derslerinden arda kalan bütün zamanını boğayla birlikte olmaya ayırıyordu.
Ocakta, kocaman bakır bir kazanda sabah sağılan süt kaynıyordu. Evin içi süttü zaten, her şey ondan kaynaklanan kokuyla doluydu; taze peynir suyu kokusu, sığır teri, ahır kokusu; bu koku çocuğun önlüğünde de vardı, kadınların saçlarını yine de açıkta bırakan başörtülerinde, uzun, geniş çizgili peştemallarında da.
Küçük boğaya yaptıralım, dedi anne, akıllıca olduğunu sandığı bir buluşla. Becerebilir mi ki dedi, büyükanne. Deneriz, dedi anne, kadını hepten boş çevirmemiz çok ayıp olur…
Hepsi dışarı çıktı ve yüzyılların birikimi köylü kurnazlığıyla kadını büyük bir sevgi ve saygıyla karşıladılar. İnek, boynuzlarına bağlanmış ipten geriye doğru asılmış, korkudan ve istekten büyümüş gözleriyle durmadan içerisini gözetliyordu. Kırmızıydı ve zayıf, ince kemikli narin belini kamburlaştırmıştı. Havada tuttuğu kuyruğunun altından uzamış sümüklü bir sıvı akıyordu. Her taraf yemyeşildi. Ahırın avlusunu saran yaşlı dut ağacının yaprakları başlarına değecek gibiydi. Evin arkasında kocaman, heybetli meşe ağaçları vardı. Her yer çimdi. Ortalık, nem, çamur ve taze hayvan pisliği kokuyordu. Büyük boğayı istemeye geldim, dedi kadın. İneğim zor durumda ve soğumadan büyük boğayı istiyorum. Çocuk bir kenarda, geniş bir ağaçtan baltayla oyulmuş su yalağının kenarına oturmuştu. İnek çamurların içinde gezinip duruyor, başını ipten kurtarmaya çalışıyordu. Kadınlar yanıt vermekte kararsızdılar, zaman geçiyordu, ahırın sıcaklığını tenlerinde duyumsuyorlardı; sanki içeriden gözetleniyorlardı. Ama kadın biliyordu, reddedileceğini, hayır darılmıyordu, yine de ilk kez geliyorum, diye yalvardı bile. İneğini büyük boğanın becermesini istiyordu. Bunu, ta yıllar öncesinin tıpkısı hırsla, şimdi çoktan işi bitmiş kocasına yaptığı gibi sonsuz bir hırsla istiyordu. Kadınların cadalozluk yapacaklarını biliyordu. Ancak, deneyimli ve hazırlıklıydı; ineği tam ahırın açık kapısının karşısına bağlamıştı. İçeriden büyük boğanın parıldayıp sönen huzursuz gözleri seziliyordu. Ben büyük boğayı istiyorum, diye yineledi. Ancak, ne yazık ki olamazdı; güreşlere şunun şurasında ne kalmıştı, boğa güçten düşerdi; imkânsızdı ama küçük boğa pekâlâ aynı işi görebilirdi, ne farkı vardı. Öyle olsun, dedi kadın büyük bir çözülmeyle, olsun. Yeşil gözlerinde ince, birikmiş ve önceden tasarlanmış bir kinin, açıklanması zor bir çokbilmişliğin ışıltısı yanıp geçti. Bunu kimse göremedi elbette, yalnızca çocuk, oturmuş ve öne doğru karnından değneğine yaslanmış, evin en büyüğü gibi olgunlukla, ama ağzında lokmasını bile yutmamış; olanı biteni izliyordu. Boğası üzerine edilmiş en küçük bir sözcüğü kaçırmadan dinliyordu. Kendisinin, kendi bilincinin olan her şey hakkında, boynunu, butlarını kaşağıladığı, taşaklarını okşadığı, daha ne ki, yavruyken ahırdan güneşe ilk çıkardıklarındaki deliliği, zıplamaları anımsıyordu; boğa okulda tek övünç kaynağıydı. Annene yardım et dedi büyükanne, azarlar gibi, ama başka bir şeye kızmış bir sesle. Çocuk, içeriye, ahıra annesinin yanına gitti. Büyük boğanın yakıcı, sıcak soluğunu duydu bacaklarında çocuk.
Kız çamların altında oturuyordu. Çamın dallarına da çıkıyordu reçinenin ellerini berbat etmesine aldırmadan ve zaten ayaklarının altında olan köye kuşbakışı bakıyordu. Yukarıda yabanıl orman başlamadan önce güreşin yapıldığı açıklığı çevreleyen çamların arasında, sabah köyden sığırlarla yapılmış bir saatlik ter, ıslak toprak kokusu ve düşlerle dolu bir yolculuktan sonra birazcık dinleniyordu. İnekler otlağa yayılmıştı, boğalar da onlara saygılı ama etkili bir uzaklıkta. Geniş, yumuşak ağızların ıslak otları biçen sesini duyabiliyordu. İşte bir boğa, tam on üç kez bağırıyor küçük ama sık çamların bulunduğu yerden. Boynuzlarıyla çamların köklerini eşiyor, toprakları savuruyor. Dalların sarsılışını, oynayışını görüyordu kız yattığı yerden. Boğanın sahibini bekliyordu; ceketinin daha da geniş gösterdiği omuzlarının gökle yerin birleştiği yerden yaklaşmasını, yaban çileklerini, kurumuş çam dallarını ezen kocaman ayaklarıyla kendisine gelmesini. Kız, sığırları otlağa salmış, bir çamın küle benzeyen çimensiz köklerinin dibinde ceketinin üzerine sırtüstü uzanmıştı. Oğlan biraz yukarıdaki bir çamın altındaydı. Belki konuşmaya yanaşmıyordu; sümüklü, kara kuru bir kızla konuşmak. Kızın, otların arasında sabah çiğiyle ıslanmış uzun fistanının uçlarından buharlar çıkıyordu; bir karıncanın dolanışını duyabiliyordu, ezilmiş bir otun tekrar ayağa kalkmasının sesini, çobanın kurtları ürkütmek için bağırışını. Üzerinden buharlar çıkıyordu ve saldığı kokular ekmek bohçasının kokusuna karışıyordu. Nane kokulu otlar da vardı, inekler bunu yemiyordu gerçi ama tırnaklarıyla ezmeleri bile bütün otlağı, daha doğrusu çamlığı bu kokuyla doldurmaya yetiyordu. En sonu türkü söylüyordu, türkülerine aşağıdan, çamlığın arasından geçen yoldan karşılık veriyorlardı. Bazen ıslık çalıyordu, çamlarda uğuldayan rüzgâra uydurarak. O genç orada oturuyordu; gidip ineklerini kontrol ediyordu bazen ve nacakla küçük çam fidanlarının başlarını bir vuruşta kesme denemeleri yapıyordu…
O gün öğlene doğru kız ne düşündüyse kendinden küçük çocukları çağırdı. Çam fidanları keserek, büyük çamların gölgesine büyük çiviler çakarak, çevresini dallarla kapatarak küçük bir kulübe yapmaya başladılar. Görülmeye değer bir çalışmaydı bu ama bir tasarımın, bir şeytanlığın, gözlerdeki tehlikenin, entrikanın parçası olduğu bilinmeden, şu dalı da ver, tamam, birbirlerine bağlamamız için sarmaşık bulmamız gerekiyor; kız gidip meşelikten sarmaşık getiriyordu. Büyük bir titizlikle yapılıyordu kulübe. Ne var ki genç uzaktan bakarak, çamın altında, ceketini omzuna atmış, öyle gözetleyip bıyıklarının altından sonsuz bir biçimde gülümsüyordu yalnızca.
Küçük boğa kapıdan çıkınca inek burnunu uzattı hemen, bir saygısızlık örneği, bir alçaltma güdüsü. Koklamaya çalıştı; burunlarını birbirine yaklaştırdılar. Küçük boğa, evet, küçüktü küçük olmasına ama karnının altından uzun bir kırmızılık peydahladı yine de. Becerecek, dedi büyükanne, hiç merak etme. İnek anlamıştı her şeyi, koklayarak yumuşatmaya çalışıyordu ancak kaçışın olmadığını neden sonra anlayınca direğin etrafında tırnaklarını kırarcasına tok sesler çıkararak dönmeye başladı. Büyükanne kuyruğuna yapıştı hemen, anne değnekle dürttü boğayı, küçük uçarı bir inilti çıkardı boğa ve ineğin sırtına sıçradı; binlerce küsür yıllık senaryo oynanıyordu şimdi ve her şey bu işin başarılmasına bağlıydı; süreklilik ve içgüdü. “Odu” diye tuhaf bir ses çıkardı büyükanne, bu kışkırtıcı bir sözcüktü. Küçük boğa havasına girmişti artık, hazırlık aşaması geçilmişti; öfke ve istek burnundan fışkırıyordu; inek belini gittikçe kamburlaştırdı, kasıldı, dönüyordu, büyükanne de yapıştığı kuyrukla beraber, çamur batağın içinde küçücük gölcüklere birikmiş sidikler geniş kenarlı eteğinin kenarına sıçrıyordu, temiz, nemli oksijenin içinde yayılan ter ve ineğin arkasından akan camsı sıvılar; herkesin gözü dönmüştü, büyük bir çılgınlık yaşanıyor gibiydi; boğa sayısız hamleler yapıyordu. Boşuna. Beceremiyordu işte. Sonra dinlenmek için yere iniyordu. İnek de büyük bir şeytanlıkla duruyor, ince narin boynunu uzatıyor, derin derin soluyordu. Ahırın içine bakmak kimsenin aklına gelmiyordu. Yalnızca çocuk, yüz yaşındaki bir olgunluk ve yalnızlığın ciddiyetiyle olanı biteni kaygıyla izliyordu. Ayrıca az sonra okula gidecek olmanın sabırsızlığıyla bir an önce bitmeliydi bu iş. “Odu, haydi bismillah, odu” dedi büyükanne ve o kocaman patırtı yine koptu; inek boynuzlarını parçalayacak gibiydi, sırtına sıçramış ayrılmayan boğayı dolaştırıp duruyordu, ama belinin kamburluğu devam ediyordu, kemikleri kırılacak kadar inceydi…
Kulübe bitmişti. İki erkek iki kız vardı. Hepsi çocuktu. Kız yine de biraz yapılı olanını seçti. Diğerleri başka bir çamın altına gittiler. Çocuk doktordu. Kızın hamile olup olmadığını kontrol edecekti. Kız kulübeye girmeden önce son kez yukarıdaki çamın altına baktı. Genç, yine ceketini omzuna atmıştı. Elindeki gazete kağıdına çamın kurumuş yapraklarını sarıp sigara yapmaya uğraşıyordu; kahretsin, dedi kız, ama genç birden, kızın yeşil, bir kertenkeleye, şeytanınkilere benzeyen gözlerindeki tehlikeye korkuyla baktı.. Dudaklarındaki gülümseme kaybolmuştu şimdi ve tamam, dedi kız içinden; o ürpertiyi görmüştü çünkü. Bunu geliştirmeye, pekiştirmeye kalmıştı iş. Kulübeye girdi, çamaşırlarını çıkarıp bir kenara fırlattı; bacaklarını açıp kendini doktoruna bıraktı. Büyük ağızlı, iri dudaklı çocuk salyalar çıkararak uğraşıyordu, kız inildiyordu ve aşağıya, kulübenin kapısına doğru kayıyordu. Genç ağacın altından bu kımıldayan tombul dizleri gördü. Bu kız gerçekten deliydi. Bu kara kuru kız o değildi; dizleri bembeyaz, yuvarlak ve güçlüydü. Gözleri yerinden fırlayacak gibi olmuştu. Dudaklarının kuruduğunu neden sonra anladı, yeşil su gibi gözleri gözlerinin önüne getirdi ve o akım bütün vücudunu titretti. Yutkunamıyordu bile…
Küçük boğa son bir sıçrama denemesi yaptı. İnek artık duruyordu. Ancak boğa yavaşça ön ayaklarının üzerine, yere düştü. Durmadan soluyordu. Cinayet bu, dedi çocuğun annesi, öldürdük hayvanı. Bir şey olmaz, dedi, büyükanne. “Odu” dedi tekrar hırsla, ancak boğa ineğe doğru şöyle bir bakabildi ancak; anlaşılan, oraya buraya, ineğin sırtına, büyükannenin ellerine boşuna püskürtüp durduğu sıvıların sonu gelmişti, yine de inildeyecek gibi yaptı, hatta inekle göz göze geldiğini bile gördü çocuk.
İneğin beli yine kamburdu. Kadının gözü ahırın içindeydi; bütün bu olup bitenlerden vücudunu küçük ürpertilere boğan gizli ama alışkın bir zevk alıyor, diye düşündü anne. Bu utanmazca, ama yalnızca kadınların kendilerinin bildiği ve paylaştığı, tanıdığı bir duyguydu. Avluyu bir şemsiye gibi örten dut ağaçlarının yapraklarındaki ıslaklık, bir kazan kaynıyormuş gibi kadınların boğanın ve ineğin olduğu bölgeden çıkan buğular arasındaydı. İçeriden dışarıya bir şeyler fışkırtılıyordu. Gövdenin hiç çalışmamış ya da çok ender, özel durumlarda çalışmaya başlayan organları çalışıyordu. Hormonlar ve gövdeler değişik geometrik biçimler alıyordu; beyin de tabii, düşünceler ve gövdeyi kaplayan, nereden çıktıkları ve nereye gittikleri belirsiz bütün günahkâr duygular, hepsi, hepsi bu buharların arasındaydı. Çocuk yorgun düşmüştü, gerçi gece gaz lambasının solgun ışığında -gerçeği söylemek gerekirse lambanın kokusunu seviyordu- ders çalışmak pek işine gelmediği için erkenden yatıyordu, ama o boşluk ve bekleme duygusu, ya da az sonra olacakların bilinçsiz geriye doğru ağırlığı; buydu. Boğanın işi fazla uzatmamasına sevinmişti doğrusu, kadın ise hiç oralı değildi, torbadaki arpanın da geri iade edilmesine gönlü razı olamazdı, bunu gerçekten içtenlikle söylüyordu. Gerçi bu durum büyükanneyi huylandırmadı değil, ama küçük müçük boğa da iyi enerji harcamıştı doğrusu. Üstelik her şey inekten kaynaklanıyordu; büyük boğayı çıkaramadığımız için çok üzgünüz, sakın kalbinizden başka bir şey geçmesin; ne demek siz elinizden geleni yaptınız. Allah razı olsun.
Gözlerindeki şeytanlık mıydı, bunu kimse anlayamadı. Küçük boğa burnunu utançla yere yakın tutarak kuyruğunu kıçına sokuşturmuş, büyükannenin değneğinin varlığını sırtında duyumsayarak bir an önce ahırın kapısından girip içerinin karanlığında kayboldu. İnce bir oluktan yalağın içine su geliyordu ve yalağın nacakla kesilmiş kenarından taşan suyun şırıltısı duyuluyordu. Ağaçların görünmeyen yerlerinden kuşlar ve aşağıdan, uzaklardan, otlağa götürdüğü sığırlarına bağıran bir çobanın derinden gelen sesi; her şeyde bir sadelik, yüzey, ıslaklığın, insanın tenine, içine işleyen nemin ve her şeyden, taşın üzerinden bile fırlayan yeşillik denizinde, bir dağın eteğinde, dağların çevirdiği sınırların içindeki insanların yalnızca kendi yaptıklarının ve deneyimlerinin tarih olduğunun bilgiçliğiyle büyükanne, en sonu bitti işte, dedi, bitti ve o Allahın belası cadı kadın gitti. Öyle alık alık durma, dedi çocuğa, geç içeri ve kahvaltını tamamla, gideceksin. Evin arkasından ayaklarını germiş, gitmemekte direnen ineğin gürültüsü ve kadının lânetleri duyuluyordu. Ancak daha sonra, sanki fillerin çiğnediği topraktan gelen bu gürültüler de son buldu. Büyükannenin beyaz yüzü mağrurdu, hiç kırışmamış gibiydi, ama ışıkta, çenesindeki beyaz tüyler, hafif rüzgârda oynaşıyordu, kırmızı kaşları mavi gözlerinin üzerine bir dağ gibi çökmüştü; yaşlı bir çınar.
Anne ahıra, bütün sığırları bağlarından açmaya gitti. Çocuk elinde büyük bir çubukla sığırların gitmemesi gereken yolu koruyordu. Sığırlar kapıdan tek tek büyük bir tembellikle çıkıyordu, önce gerinerek, kımıldadıkları ve işkembeleri çalıştığı için pisliklerini büyük bir zevkle dışarıya bırakarak, kuyrukları kalkık. Anne, sanki biliyormuş gibi her gün yaptığının tersine önce inekleri bıraktı dışarıya, sonra da büyük boğayı. Büyük boğa, masumca ve soğukkanlılıkla bağı çözmesi için başını ileri uzattı. Gerçi anne, boğadan yayılan yabanıl ve bir yerlerden tanıdığı bir ısıyı ve kokuyu duymuştu belli belirsiz, ama pek önemsemedi. Yine de bağından çıkardı boğanın boynuzlarını. Tümüyle serbest kalan boğa dışarıya fırladı. Boğa geliyor, diye ancak haykırabildi çocuğa anne. Çocuk, beş yüz kiloluk bu gövdenin ahırın avlusunu ve eşiğini sarsarak, toprağı döverek bir sincap gibi sıçradığını, kocaman gövdeyi yılan gibi kıvırarak evin arkasındaki yoldan kaybolduğunu görebildi yalnızca. Anne, koş, diye haykırıyordu, kestirmeden önüne çık. Çocuk boğanın nereye gittiğini biliyor gibiydi. Bunu bilmek onu harekete geçirdi. Evin önünden yıldırım gibi geçti, büyükannenin kapıda beliriveren çaresiz, suçlu varlığını sezebildi yine de. Fındıkların ortasından, çimenlerin arasındaki ince toprak yoldan yemeğe geldiği bütün öğlenlerde deli horozunun ısırmak ve tepesine sıçramak için kovaladığı çitlerin yanındaki gürültüyü duyduğunda boğanın çoktan geçmiş olduğunu anladı, başını kaldırınca ileride dikenlere sarılmış sarmaşıkların altında boğanın, siyah kütük gibi gerilmiş sırtında uzun kahverengi çizgiyi gördü. Bu kez büyük bir inatla çitten atlayarak peşinden koşmaya başladı. Yalnızlığını paylaştığı, gücünü aldığı kaynağın, ona egemen olduğu için, boynuzlarını sivrilttiği, gizli gizli fazla arpa unu yedirdiği için, gövdesini kaşağıladığı, her şeyini ama her şeyini onunla konuştuğu için yapamazdı. Ona egemen olan kendisiydi, şimdi böyle söz dinlemeden, ihanetle…
İşte bu güçle çitten atladı, ayaklarının altındaki yol akan bir su gibiydi. “Moso” diye haykırdı, “Mo-so!..” Boğanın adını duyacak hali yoktu kuşkusuz, ancak kulaklarını bir tazınınki gibi geriye doğru kırpması duyduğuna bir işaretti; ne var ki bu onun daha da hızlanmasından başka bir şeye yaramadı. Bütün duygularını bir tek noktada kilitlemişti. Yönünü tayin için en küçük bir duraksama göstermiyordu; bir önsezi ya da anlaşılmaz bir şey. Erkenden tarlaya inmiş mısır çapalayan köylüler boğanın mübarek, görkemli gövdesini, onun kımıldamalarını ve kıvrımlarını izlemekten, bu işin sonunu düşünmekten zevk alıyor, öyle bakıyorlardı. Çocuk da gözüktü işte, yüzü kıskançlık, inat ve ihanet yüzünden kıpkırmızı, perişan, ağlayarak omzuna astığı, içinde kitabı ve fişleri olan bez çantasının dizlerine vurduğuna aldırmayarak, uzun kızılcık çubuğunu elinde dikine tutup her an boğanın geniş, besili, yağlı sırtına yapıştırmak için, öyle, hazır tutarak. İlkokulun altındaki küçük dereyi de geçtiler, okulun zilini, aynı zamanda köyün bekçisi olan yaşlı hademe okulun bahçesine çıkarak çalmadan önce aşağıdan, yoldan geçen bir tank ağırlığındaki boğayı ve arkasında koşan çocuğu bir rüyadaymış gibi görebilmişti.
Öğrenciler kırmızı güllerin arkasında durmuş, boğayı elleriyle birbirlerine gösteriyorlardı.
Gözlerindeki yeşillik gerçekten şeytanca mıydı? Bilinmez, ancak dünden yapılma, çam dallarının dikenlerinin insanın sırtına battığı kulübesinde otururken düşünüyordu, doktor çocuğun gerçekten çocuk olduğunu, bunu bilerek yaptığını; şimdi o merak ediyordur. Akşam kim bilir neler düşünmüştür? Neler olup bittiğini öğrenmek için sonuna dek beklemeye gururu elvermedi, kuşkusuz sevindirici bir durum, ağzında kocaman küfürlerle kaçarcasına uzaklaşmıştı yukarıdaki düzlüğe doğru, bir tazı gibi bayırı tırmanarak, çilekleri yabanice ezip çiğneyerek; her şeyden kopuk bir duygu, bir ipin gerilip koparılması, bir ormanın ortasında tek başına terk edilip bırakılmak gibi. Her şeyin bittiğinden korkuyordu.. Ama bir oyun, küçücük bir oyundu bu. Aslında tehlikeliydi; her şeyi yıkacak, yakıp kavuracak, devinecek, öldürecek kadar tehlikeli. Ama bütün erkeklerin beyinlerini dağlayacak, gövdelerini kızdıracak sıcaklıkta iniltilerini göndermişti ona. Çamaşırlarının soyunurken çıkardığı hışırtıyı, yemyeşil otların ve ormanın ortasında serapmış gibi duran beyaz, yuvarlak dizlerini göstermişti. Bu bir tuzaktı. Ama bunun tersi de olabileceğini düşündü; tuzağı sezen bütün hayvanlar bir daha oraya hiç uğramazdı. Gece hiç uyumamıştı. Uykusuzluk gözlerinden akıyordu. Bütün sığırlar kaybolmuştu, kim bilir nasıl tatlı, ince otları ısırmaya dalarak burunları yerde uzaklaşıp gitmişlerdi. Yapayalnız olduğunu duyumsadı ama bu vücudunu ve ruhunu tuhaf bir sıcaklıkla titretti, içindeki volkanın kıpırdamaya, lavların ağzını ıslatmaya başladığını anlıyordu. Sırtına batan toprağa aldırmadan uzandı. Bütün gece dönüp durmaktan yorulmuş bedeni, uykusuzluk, her şeyi gevşetiyordu. Onu düşünüyordu, bir yerlerden çıkıvermesini, bütün gece düşlediği erkek gövdesinin çamların altından belirivermesini. Acı çekiyordu, korkunun ama şaşılacak biçimde isteğin ve inadın etkisiyle acı çekiyordu. On altı yaşının günahkar düşünceleriyle dolu ruhu ve vücudu titriyordu, yakınlarda bir yerlerde olduğunu, mutlak geleceğini bildiği o gövdeyi düşünerek, arzulayarak.
Boğa bir aşağılanmayı çözmeye koşuyordu; dakikalardır içinde kaldığı çaresizliğin verdiği işkence, ineğin gözlerindeki zavallılık, marazi istenç, kül olma hali, kendinden geçme, yüzlerce tomruk çekmeye yarayabilecek enerjisini iki katına çıkarıyor ve koşuyordu. Bu tükenmiş ve insanlarda kaybolmaya yüz tutmuş gurur haliydi, erkekliğin süzüldüğü imbik işte, kıskançlığın verdiği o yüce ve mayhoş soyluluk. Boynuna sarılı dört parmak kalınlığındaki mavi, kırmızı nazar boncukları omuzlarının hareketiyle sarsılıyordu. Güç, koşmayı sağlayan kutsallık, yeşil gözlü yaşlı kadının bildiği her şey bu yeşillikler cangılına yığılıydı, buradan türemişti, yalnızca gövdelerden süzülen arzunun coşturduğu sıvılar, sıcaklıklar, duygular, çamurun ve yağmurun, yeni kesilmiş bir köknarın gövdesine vuran baltadan sıçrayan yongalardaki koku, gürgendeki koku, derelerin sesinde, çevresinde geniş yapraklı dev bitkilerde, dağlardaki dev billurların damla damla eriyişinde, kar çiçeklerinin güneşi gördüğü andaki sararmış titrek hali, derelerin altını oyduğu son kar birikintilerinin üzerinden geçerken duyulan ürküntü, ormanın derinliklerinden duyulan, daha önce hiç duyulmamış yabancı bir ses, bir haykırış, her şey, her şey boğanın burnunda gittikçe yoğunlaşan buharlarda, fırlayacak gibi olan, her şeyi göze almış korkusuz, kocaman gözlerindeydi; inekte duyulan o belli belirsiz iniltide, akıttığı sıvılarda; çocuğun çaresizlikle ve yorgunluktan dizlerinin eridiğini hissettiğinde daha da bıraktığı gözyaşlarındaydı…
Uzakta, dağların arkasındaki karartıyı gördü. Bütün gün burada, kulübesindeydi. Gece gözünü kırpmamıştı. Toprağa sırt üstü uzanıyor, bazen oturuyor, gövdesinden, ruhundan gelen sesleri dinlemeye çalışıyor, olacakları düşlüyordu. Gözlerinin önündeki biçimli dudakları kaplayan hiç kesilmemiş yumuşak bıyıklardı, o çıkıntıya sahip gövde, hepsinden önemlisi o aşağılayanı aşağılama, aşağılayanı tuzağa düşürme duygusu, yenme, yenilgiyi kabul etmeme duygusu, ancak bütün bunların üstünde başka bir şey, dağların, ormanın, çamların istemi, rüzgârın istemi, bacaklarının arasından dalan, bütün gövdeyi saran o yelin bir kamçı gibi beliren titreşimi.. Karartı rüzgar ve yağmurdu. Rüzgârın şiddetinden bütün çamlar dalgalanıyordu, bütün otlar, sarmaşıklar, arazinin, çayırların sınırını belli eden meşe ağaçlarının kenarlı yaprakları, hepsi bir tarafa yatıp değişik tonlarda ürperiyor. Az sonra dağların arkasındaki karartı bir ayna tutulmuş gibi ışıldayıp yaklaşıyor, aşağıda köy, bütün vadi, grilikle birlikte, kabararak, sarsılarak sulandırılmaya başlanmış rakı gibi boz bir renk alıyor. Bitki örtüsü uğulduyor, çam ağaçlarının kozalakları da. Sanki akşam olacak, öyle bir korkunun altında kulübe de uğulduyor. Çam dallarının sayısız iğnesinde iniltiye benzer bir ses çıkarıyor rüzgâr. En sonu bir seste birleşiyor; uğultunun doyumsuzluğunda, bir gövdenin çağrısında, bir gövdenin karşı konulmaz istenci ve dirilişinde. Duyuyor, bir ayağın kırdığı kuru bir çam dalını, o tanıdık ağırlığın topraktaki sesini, varlığını, yakınlığını ve kalbini ısıran o çarpılmayı. Hiç konuşulmadan, yalnızca düşüncede yeşermiş bir duygunun gerçekleşecek olmasının kutsallığını, iki kişinin, hiç konuşmadan iki insanın yalnızca dağların, rüzgârın ve yağmurun, yalnızca gövdelerin görkemli çağrısından yola çıkarak iki günahı birleştirmesini. Hemen başlarının üzerindeki bulutların elektriklenmesiyle gök birden patlıyor, arkasından -elbette- yağmur bindiriyor; iri bir erik iriliğindeki damlalar erkeğin bütün bir gece düşüncenin kemirdiği yüzüne vuruyor. Kız kulübenin kapısında titreyen bu yüzü ellerinin arasına alıyor, uzun parmaklarıyla saçlarını siliyor ve bıyıkların altındaki kusursuz biçimlere dudaklarını yapıştırıyor. Az sonra o ağırlığın altında göğüslerinin ezilmesini duymak için kımıldıyor. Fırtına ağaçların saçlarını tersine çeviriyor, küçük çamlar narin gövdelerini bu saygın güç karşısında eğiyor; yağmur yağıyor daha da şiddetlenerek, otların, köklerin, bütün dalların engellemesine aldırmayarak, önce küçük bir su, sonra küçük bir dere olarak, kulübenin içinde çırılçıplak altüst olan, çamura bulanmış bedenlerin, saçların, gözlerin ve ateşin altından sessizce akıyor, önceleri koyu kırmızı, sonra pembe bir birikintiyi de sürükleyerek; bir parça kanı…
Boğa artık burnundan soluyordu, burnundan fırlayan dumanlar sabah soğuğunda bir o yana, bir bu yana fışkırıyordu. İyice yaklaşılmış, çocuğun her zaman korktuğu derenin tekdüze, ürkütücü sesi duyuluyor. Büyükannenin anlattığı o öyküler, kızılağaçların yükselen varlığı. Yol artık iyice kararıyor. Perili derenin sesi çocuğun kulağında gittikçe değişerek büyüyor. Gece yarısı akordeon çalıp ateşin etrafında arsızca dans eden kızlı erkekli perilerin sesi kulağına doluşuyor; tatlı nağmeler, gülüşmeler de. Dizlerinin üzerine yığılıyor çocuk ama çubuğu bırakmıyor, kalkıyor, gözyaşlarını silmiyor ve korkmuyor; gözleri boğayı arıyor. Boğa yolun alt tarafına yapılmış çitler boyunca koşuyordu artık. Çitler yeni bir ev var demekti. En sonu çitlerin arasındaki kapıdan aşağıya saptı. Evle ahırın arasına döşenmiş geniş taşların üzerinde yavaşladı. Şimdi ön ayaklarıyla yeri eşeliyordu. Tırnaklarının arasındaki toprak karnına vuruyordu. Bütün gücünü harcıyormuş gibi ağlamaklı bir sesle durmadan böğürüyordu. Sonra başını uzattı ve ahırın kapısına doğru gözlerini kapayarak on üç kez bağırdı. Bir boğanın arka arkaya bağırabilmesinin en son sınırı on üçtü ve boğa bunu başarmıştı.
Kadın aşağıda, değirmende, derenin insanı sağır eden uğultusu arasında bile bu sayıyı saymıştı. Geldi, dedi, içinden, biliyordum, geldi. Bütün gövdesini ateş basmıştı. Değirmenin kapısını açık unutmasına aldırmayarak, unlu peştemalını sallayarak fındıkların arasındaki ince patikadan yukarıya, eve doğru koşmaya başladı. Ancak çocuk da saymıştı; tam on üç kez! Bütün öfkesi alnındaydı, kıpkırmızı olmuş yüzünde kendinden habersiz oluşan bu egemenlik, bu dinlemezlik, bu aşağılama, yenilmişlik duygusu; çubuğunu daha sıkı kavradı ve taşlı yola aşağı yöneldi, gözlerinin yaşları dinmemişti daha, acıma duygusu öfkeye karışmıştı, sevgi de öfkeydi şimdi, elindeki uzun kızılcık çubuğunu boğanın geniş sırtına, butlarına, boğanın sabırla ve yalvararak, çaresizce gözlerini kırpıştırdığı kafasına, neresi rastlarsa oraya vuruyordu, öfke dolu çatallanmış sesler çıkararak, ağlayarak; kollarında güç kalmamıştı artık ve boğada da sabır; en sonu sert bir hamle yapıp tek bir zeytin tanesini bile delme yeteneğindeki boynuzunu çocuğun sol alt karnına sapladı. Kadın tıknefes olmuştu, yaşlılık işte, ancak ahırın kapısına varınca kanlar içinde yerde kıvranan çocuğu gördü; şimdi, olduğundan da sivri görünen boynuzlarıyla kırmızı kana doğru hamle eden boğayı…
Yorum Yazabilirsiniz