AŞK’TAN ÖTE
Yazan: Oya Ö.
Tür: Öykü
Ayaktaydık. Orta sehpayı sınır yapmıştık. Ben mi, sen mi?? Hatırlamıyorum ama, odaya ilk giren sendin. Bıraktığın gibi değildi, salon. Gerçekten mi, yoksa sana mı öyle geldi? Sen önce girmiştin her zaman olduğu gibi. Ardından da ben… Oysa, bu kez kararlıydım. Adım attım, galiba.. Namludan fırlamış mermi gibi geçtin yanımdan. Yan yan baktığını hissettim, oralı olmadım.. Ya olsaydım. “Ne var, benim de evim değil mi?” derdin. Demez miydin? Emin değilim. “Peşin hüküm mü?” Hayır, değil. “Yaşadıklarımdan elde ettiğim deneyim, diyelim.” Kabul etmezsin, değil mi? Kabul etmek zordur. Sen zoru sevmezsin.
Oysa, öylesine ince düşler örerdim ki, senin için, ikimiz için, hepimiz için… Yanındayken de kurardım. “Ne var yine anlamsız gülüyorsun.?” derdin. Kırılırdım. Derin derin nefes alır, “Düşlemek güzeldir canım, sıkıntıları azaltır.” der, sevgiyle kucaklardım. “Öffff, yine başlama. Düşlerin sana kalsın, beni bulaştırma.” Çaresiz uzaklaşırdım. Her defasında yine, yeniden denerdim, başarmak ümidiyle. Ümitlerimi bir başka bahara ertelemekten yılmadım. Hiç mi? Düşlerim vardı ya, ince ince örülü. Avuturlardı, beni. Onlardan söz etmezdim. Neden edeyim ki? Laf işitmeyi, umursamamayı bir türlü öğrenemedim. Mehter misâli, olmasına razıydım. Hiç değilse, iki ileri bir geri. Öyle olmadı. Oldu mu? Yok canım, sanmıyorum. Çekinerek bir ileri, tepkiyle iki geri gittim. Her geri gidiş, beni benden götürdü. Nereye mi? Kuyunun dibine. Haydi kişiliğimin zayıflığı diyelim.. Tek neden olabilir mi? Hiç mi etkin yok. “PAVLOV’un KÖPEKLERİ*” ni hatırla desem, “Onlar da kim oluyor? Bu kadar çok okuduğun için saçmalıyorsun, biliyor musun?” Hayır, hayır bilmiyorum. Tabii ki, biliyorum. Sen de biliyorsun ama, bağlantı kurmamı istemiyorsun. Ucu dokunur, diye.
Yüzüme bakıyordun dik dik. Kararlıydım ya, ben de baktım. Bakıştık. Sen baktın. Ben baktım. Donuklaşmaya başladı, sonrasında. Koyu gri bulutlar açık mavilerin üzerine hızla gelirken, birden karardı, salon. Bakışların. İstemeden kafamı camdan yana çevirdim. “Onlar gökyüzünde didişiyorlar, biz yeryüzünde. Benzemek zorunda değiliz.” dedim mi? Demedim. Der miyim? Deseydim, sağnak daha erken başlardı. Aksine, gözlerime gülümseme kondurdum, yumuşatmak için. Oralı olmadın. Oldun mu? Olsaydın, gökyüzünde henüz başlamayan şimşekler salonda olmazdı ki… Gri bulutlara güvendim, onlarla yer değiştirdiğimi düşleyip yıllar önce getirdiğin ve özenle büyüttüğüm çiçeğe yöneldim. “Bak, senden bir parça diye nasıl da baktım. Anlaştık, Onunla. Başardık. Yok canım, yalnız ben değil, o da çabaladı.” Söyledim mi? Söylemedim mi? Söyleyemedim.. Ya söyleseydim, “Beni yumuşatmak için numara yapma. Diğer çiçeklerin de büyümüş. Yalnız o değil ki!!” derdin. Öyle olsa, ne olur ki!! Ama, olur mu? Tatlılık olur. Sen tatlıyı yemeyi seversin. Ortamda değil. Sahi olur mu? Olmasını o kadar isterim ki!
Halâ ayaktasın. Ben de.. Gri bulutlar mavileri örttü. Salon daha da karardı. Yüzünde.. Pes edip ilk oturan oldum. Eteğin plileri ve blûzumun koluyla oyalandım bir süre.. Zaman kazanmak için. Neden mi? Sakinleşirsin, diye. Daha çok mu kızdın? Amacım, bu olabilir mi? Aksine, öfke duvarlarını yıkmana yardımcı olmak istedim. Ne mi yaptım? Etrafında meleklerin uçuştuğu, tatlı sıcak sarı tondaki ayaklı Pavlov’un köpekler üzerinde yaptığı klasik koşullanma deneyi, Şartlı ya da şartlandırılmış refleks.
Abajura dokundum. Siyah, beyaz ve grinin hâkimiyetini ne güzel kucakladı. Bir ân memnun olduğunu gördüm. Hayal mi ettim? Hayır, hayır, bak yanıyor işte.. Başımı kaldırdım, ayaktaydın. “Otursana…” dedim. İsteksizce oturdun. “Karnım aç..” dedin. İlk söylenecek söz mü? demedim. “Sevdiğin şeylerden var, hemen hazırlarım. Yanına ne alırsın? Çay demlemek zaman alır. Beklersen, yaparım tabii.. Sıcak dersen, sütle nest cafe.. Ama, sen portakal suyunu seversin. Hemen sıkarım taze taze.. Biraz bekleteceğim.” Hemen koştum mutfağa. Sanki ilk kez ve de yabancı misafir ağırlıyor gibiyim. Hata yapmamak, seni kızdırmamak için… Bir buzdolabına, bir dolaba kim bilir kaç hamle yaptım. Fırını; su böreklerinin sıcaklığından şikâyet etmeyesin diye, otuzar saniyelik aralıklarla kaç kez açıp kapadım, ağzını yakmayacak kıvamı yakalamak için… Sanki, sınavdayım. Hep öyleydim.. “Mutlu etmekle, mutlu olunur.” Atasözü mü? Hayır, hayır. Düsturum. Faydasını gördüm mü? Koşuşturduğuma göre.. Görmüş olmalıyım!! Gördük, tabii. Gördün. O nedenle, yaşıyorsun bunları değil mi?? Portakal suyu ah evet. Şimdi sıkmalıyım. Bir parmak aşağıda… Hadi, hadi bir tane daha çıkar sık. Çabuk ol, çabuk.. Börek soğuyacak.. Tekrar koymalısın. Önce içeri koş, orta sehpaya uzak kalır. Zigon çıkar. Örtü koymayı unutma… Servis tabağınla uyumlu olsun örtü. Ha bir de peçete. Keşke, önceden hazırlasaydın ya…
“Fazla bir şey hazırlama..” diye, bağırdın. Mutfağa gelmeden.. Bir yabancı gibisin. Hayır, değilsin. Keşke, öyle mi olsan. Bu kadar yakın olup ta, yabancı olunur mu? Olunur, olunur.. Biz öyleyiz. Ben öyle düşünmüyorum. Öyleyiz, bal gibi.. Konuşmadan konuşulmaz, her zaman. Konuşmak gerek. Biz konuştuk mu? En kötü konuşma diliyle öfkeyle… Sen buna konuşmak dedin. Ben demedim. Sen konuşunca, yanıt veremedim. Versem de, duyuramadım.
Koşuşturdukça seyrettin, kalkmadın yerinden. Servisi tamamladığımda, artık tabak ve içindekiler vardı, senin için… Sessizliğimi korudum, bitirene dek. Konuşsaydım, kızardın.. Zaten isteseydin, “Ben yerken, anlat. Nelerle uğraşıyorsun? Yokluğum, zamanını çoğaltmıştır.”derdin, değil mi? Ama demedin. Demeyeceğini biliyordum. Ben anlatmayı deneseydim “İki lokma bir şey yiyeceğim, rahatlık vermiyorsun.” diye, söylenirdin. Sustum. Çoğunlukla yaptığım gibi. Gerçi, farklı yollar da kullandım, kullanmasına. Hepsi sen de tek yolda, öfkede kesişti. Bu kez farklı… Upuzun bir sekiz ay geçti, ayrılığın üzerinden. Mutlu musun? Değilsin. Ben de değilim. Ama, nedenlerimiz farklı..
Ellerini yıkamak için kalktın. Kalkmadım. Yabancı gibi hissetmeni istemedim. Bundan da memnun olmadın. Oldun mu? Hayır.. Duran saat bile günde iki kez doğruyu yakalar, değil mi? Evet, evet, yakalar. Ben yakalayamadım. Yakaladım mı? Her şey kötüye gittiğinde, “Yine, sen haklı çıktın.” dersin, yanlış yapmışım gibi. Tekrar bildiğini okursun. Okumaz mısın? Okursun. Okurum. Okuruz. Okumazsam, yanlışına ortak olurum. Daha çok yanlış yaparsın. Sanki, şimdi yapmıyor musun? Ben yapmıyor muyum? Yapmaz olur muyum? Benim; bana yaptığım yanlışlar o kadar çok ki!!!
Banyonun kapısını hızla çekti. “Kızgın kuzgun, huzurda..” antredeyken gülüşümü dondurdum, rahatladım. Yanıma gelip oturdu. Heyecanlandım. Kolunu omzuma atıp sıkıca sarıldı. Âni davranışlardan hem ürker, hem hoşlanmam. Ama, o olunca, hoşuma bile gidiyor. Kemiklerim birbirine geçti. Sustum. Hızla çekip iki dudağını kocaman açıp yanağımın tamamını tükürüklerle vantuz gibi çekerek öptü. Sustum. Mahçup genç kız edasıyla tatlı tatlı baktım, yüzüne. Boynumu çevirdi. Öylesine hızlı ki, yağlanmamış makine misâli ses geldi, omurlarımdan. Ağrı ve acıyla birlikte. Yine sustum. Öbür yanağımı da öpüp sarıldı. Islaklık çok rahatsız ettiyse de, katlandım. Nelere katlanmadım ki!!! Lâfı mı olur?? Hadi, dedim. Bak; karnı tok, mutlu olmalı, tam zamanıdır, biraz konuşmanın. Hissetti mi ne, yüzü bulutlandı. Görmemezliğe geldim.
“Nasılsın?” dedim.
“İyiyim..” dedi. Sesinin tınısı konuşmaktan yana olmadığının sinyalleriyle doluydu. “Ya, sen?” demedi. Olsun. Üzerinde durmadım. Durulması gereken çok şey varken, durmamaya zorlanmaktan, deneyimliyim. Başarı mı? Hadi, canım… Sığ sularda yüzen sorucuklarla ana soruya kulaç atarken, ses tonu, boğulacağımın habercisiydi. “Batan balık, yan gider.” derler ya, son bir çabayla,
“Dönüş için plân yaptığından söz etmiştin. Hazır mısın?” diye, sordum. Hiddetini azaltmak için, “Plân mı, pilâv mı yapıyorsun?” sorum nağme, gibiydi. Ben bile, şaşırdım.
“Hiç bıkmayacak mısın??” dedi.
Sustum.
“Öylesine takılıyorum, işte.” dedi.
Yanından hızla kalktım ve sınırın öte tarafından,
“HAYIR. BİN KERE HAYIR. VAR OLDUĞUM SÜRECE, MUTLULUĞUN İÇİN SANA RAĞMEN MÜCADELE EDECEĞİM, KIZIM.” dedim.
Bir an yüzüme baktı. Portmantoda asılı paltosunu ve çantasını alıp gitti.
Yorum Yazabilirsiniz