Kısa Kesin Hisarı
Yazan: Yağmur T.
Tür: Öykü
”Otur” dedi, niye geldin diye sormadan, halbuki tüm dünya varlığının sorgusunu onun üzerinden yapabilecek kadar kızgındı ona, bir yandan beyazlayan saçlarının, diğer yandan yıpranan gençliğinin hesabını bir bir sormalıydı ya, geçti artık, 43 yaşındaydı.Uzun zaman sonra açık havada içebildiği ilk sigara paketlerinden birini açmışken, geçmişi paket paket açıp, asla geri dönüştürülemeyecek zaman dilimleri halinde evrene salmak olmazdı, bir nefes aldı ve oturduğu sandalyenin en az kendisi kadar yıpranmış bacaklarının gıcırtısına aldırmadan salladı kendisini :
-Böyle sallanınca yıldızlar kaybolacaklarmış gibi oluyor..
-Ne diyorsun?
-Sanki sabit değillermiş gibi. Zaten her şey hareketli bir tek onlardan sadık olmalarını bekleyemeyiz…
-Buraya yıllar sonra seni görmeye geldim, aklına bir tek bunlar mı geliyor?
”Evet aklıma bir tek bunlar geliyor” demek geçti içinden, ”aklımdan tek bir gece bile çıkmadılar ki” diye bağırıp, o küçük kulübenin duvarlarını onun yüzünde göreceği yalnızlık ve pişmanlıkla boyamak istedi. Her renkte ayrı ayrı kendi adını ve kendi kokusunu duymak, hapiste geçirdiği yıllar boyunca kestiği saçlarının kesilmeselerdi şimdi olacakları uzunluğu düşünüp, camlara güneş ışığını ketleyen örgü örgü perdeler takmak, karşısında oturan sarışın, kırışık yüzlü, eskisinden çok farklı bakışlar takınmış bu kadının özlemlerini halı gibi ayaklarının altına almak istedi. Ama, yapmamayı öğrenmenin en büyük getirisi olduğu, birbirinden ayrı ruh ve bedenlerin hapis edildiği koca odalardan birinde olmamak, oturduğu sandalye üzerinde götürülerin hesabını çoktan kapatıyordu, hatta üstü bile kalabilirdi, söndürdüğü sigaranın küllerini uçuşturan bir rüzgarla bir gece vakti buluşabildiği sürece. Kadının belirginleşen surat ifadesini görünce kafasını doğrulttu ve sordu :
-Ben çıkınca mı aklına geldi hal hatır sormak? Tam 15 yıl önceydi Selma, birbirimize en son nasılsın diye sorduğumuz gün.. Benim sana soracak hiç bir şeyim kalmadı artık , hem, sen Selma mısın onu bile anlayamayacak kadar başka bir adam oldum ben.
-Serter.. Boş konuşmalarla vakit öldürmeye gelmedim ben. Yiğit gerçek babasının Fabien olmadığını öğrendi. Niye biliyor musun? Senin o kahrolası tavan arasına bir şeyler saklama huyun yüzünden. Hala gereksiz hareketlerden kurtulamamışsın gördüğüm kadarıyla ya neyse. Bir de arkasına yok ‘canım oğlum, seni seviyorum’ yok ‘baban Serter’ diye not yazmışsın, tam sana göre. Taşınırken nakliyatçılar annenden kalan sandığı da almış, biz geçen yıl Fransa’dayken Yiğit bulmuş sandığı ve resminizi görmüş.
Sessizce gülümsedi ve bir şeyler söyleyecekmiş gibi kaşlarını kaldırıp, alnında oluşan yatay çizgileri hayal etti. Selma yine aynı Selma idi işte, tanınmayacak bir tarafı yoktu. Halbuki ona içerideki ilk 5 yılında her ay attığı mektupları okuma zahmetinde bulunsaydı, şuanda karşılaşmak zorunda bile kalmayacaklardı. Yiğit ha.. ”Benim oğlum mu?” diye geçirdi içinden. Nasıl da istememişti çocuğun doğmasını, daha gençlerdi, daha para kazanacaklar ve gelecek parlatacaklardı kendi dizleri üzerinde. Selma’nın bitmek bilmeyen ihtiyaçları, arzuları, zamana yetişme çabası, Serter’inse kendine haslığı hayatı tatsızlaştırmıştı, kavgalar, kırılganlıklar… Selma’nın hamileliği de erken yürümeye başlamış gövdelerini birbirlerinden ayırmıştı her gece, her geçen gece biraz daha uçlara çekilmişti bacakları. Uyumak da zorlaşmıştı ya, onlar yine uyumuşlardı.Hatta bir gün, Selma onu öyle bir uyutmuştu ki, çalıştığı şirketin kendinden 15 yaş büyük Fransız ortağına kaptırmıştı Serter kendisininkinden ayrılan gövdeyi. Şimdi o gövde, geçmişin bir içim su Selma’sı, şu yıkık dökük kulübede hortlak gibi karşısına dikiliyordu. Sesini sertleştirmesi gerektiğini düşündü ve konuştu:
-Bana ne?
-O senin de oğlun, yurt dışında yaşadığını ve sana ulaşacağımı söyledim. Artık dizginleyemiyorum. Fabien de ben de endişeleniyoruz. Biz ona bir gelecek sağladık, seneye Fransa’da okumaya gidecekti ama evden kaçmakla okulu bırakmakla tehdit ediyor bizi. Geçen hafta da çıktığını öğrendim, müsait zamanını sormak için geldim.
-Ne için zaman?
-Yiğitle buluşmak için.
Buluşmak.. Artık tanışmanın adı buluşmak olmuş diye geçirdi içinden. En son bir yaşındayken gördüğü bebeği, karşısına kendi boyuna ermiş bir ergen olarak getirmeye buluşmak diyordu. Bir de müsait zaman diye belirtişini iğrenç bir aşağılama olarak algılamaktan başka ne yapabilirdi? 15 yıl boyunca aslında hiç müsait vakti olmamışçasına, müsait vaktin ne olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Zaman.. Ne yapacaktı ki zaten, bu kulübe bile onun değildi, işi yoktu. Boynundaki pırlantayı ben mi almıştım acaba diye bir pişmanlık takıldı aklına Selma’yı süzerken. Pişmanlık, hem Selma’nın boynunda, hem her yutkunuşunda kendi boynundaydı, gırtlağında. O gırtlaktan geçen fazla rakıda, o rakının fazla geldiği şişede, o şişenin Selma’nın kendisini terketmesinin niye bu kadar ağır geldiği anda masada olduğunda, o an sinirle masaya vurulup kırılan şişenin sivri ve kesici ucunda, o ucun sinirini bozan adamın geçtiği karnında, o karından çıkan canın mal olduğu 15 yılda ve o 15 yıl Selma’nın sesinden bir ‘HOŞÇAKAL’daydı, yani yine Selma’nın boynunda:
-Eee? Biraz fazla düşünmedin mi?
-Öyle bir ‘buluşma’ olmayacak.
-Buna mecbursun Serter, haftaya bugün 8’de Anadolu Hisarı’nda Lacivert Restaurant’a gel. Şu parayı da bırakıyorum, üzerine bir şeyler alırsın.
Sigaranın altına sıkıştırılan paranın bir kez daha onurunu kırmasına mı, yoksa üzerine üşüşen korku kuşlarının midesine inişine mi karşı koysun bilemedi. Yıllardır üzerine çöken dinginlik, bu kez ardından bakılan lastik izleri bırakmıştı kendisine. Aslında o lastik izlerinden umduğu bir dost selamıydı elbet; ama eski karısının, yani Selma’nın, yani Selma Aznavour’un, dostlukla düşmanlığı karıştırıp, kendini böyle rezil, böyle bakkala ”2 ekmek ver, yumurtayı eve gönderirsin” edasında emirle karışık ama karşılık sunulan bir durumu, berbere ”kısa kes” der gibi sözde zorunluluklara yönlendirmesini hak edip haketmediğini düşündü, ağlasa da gizleyecek kimsesinin olmadığını unutup, ”Bal gibi hak ettin Serter” mırıldanmalarıyla yine şişelere gömüldü.
****
-Kısa kes.
-Saçı mı sakalı mı abi?
-Kısa kes.
Berber, pek bir şey anlamamış bir ifadeyle yüzünü buruşturup, ne yapayım şimdi der gibi ellerini iki yana açarak gözlüklerinin üzerinden ortağına bir bakış attı ve başladı kırpmaya beyazlamaya başlayan saçlarını. O ise, baktığı aynadan ne umduğunu bilmeden, bir hafta önce Selma’nın ‘müsait vakit’ini arayışını aklından atmak istiyordu. Saate baktı, beşi çeyrek geçiyordu, yani geçmişi biraz düzüp geçiyordu akreple yelkovan, berber öyle bir şeyler diyordu başında elindeki usturayla. ”İşin gücün yok mu be adam, akreple yelkovanın derdine düştün” diye çıkıştı berbere ve ‘Ben’ dedi içinden ‘Serter Seven ise, aynadaki yansımamın, her yutkunuşta usturaya yakınlığını hesaplıyorum, bir yeni pişmanlığa’. İşi bitince berber ise söylediği cümleye kırılmış olacak ki, ağzını açmadan kağıda ödeyeceği miktarı yazdı ve para üzerini vermeden başını Hisar’a dönüp, camdan dışarı baktı.
Kısa bir zaman sonra adamın bakışları, Serter’in ayaklarında bölündü, parçalandı yok oldu. Bundan habersiz yürüdü oysa, anasına avradına söverek yürüdü. Nereye gittiğini, niye gittiğini, geçmişe mi yoksa geleceğe mi gittiğini bilmeyerek yürüdü. Hatta, içeride hiçbir gece hayaline sığdıramadığı denize kıçını dönerek yürüdü. Ait olmadığı bir masada, kendinden bir parçanın varlığını inkar etmek için yürüdü. Korkusuydu ayaklarına takılan evet, böyle hızlı adımlarla yürümüş müydü ki daha önce hiç? Okuduğu kitaplarda altını çizdiği afilli cümleler ne katmıştı kendisine, baba olmak ne demekti ki hem, tam da bugün, bir buçuk saat sonra karşısına etrafı yaz sineması gibi kalabalıklaştırıp, içini okyanusta bir balık kadar yalnızlaştıracak bir ergeni çıkaracaktı? Onun oğlu bebekti, çok zaman önce, şimdi değil ! Kendini kaptırdığı taşralığın yüzüne boktan alafranga sifonlarıyla çarpması değil ! Korkak bir katilin titreyen ellerinin bayramlarda öpülmesi değil..
İçindeki bayağı sesi suturamadan yürüdü Serter, sonra caddenin bir ucundan karşısına sırtına tüm benliğini, pisliğini ve kendisini alıp yürüdü. Korna sesiyle gelebildi kendisine, oracıkta donup kaldı. Toparlanıp ayağa kalkarken afilli arabadan çıkan iyi giyimli adam hemen karşısına dikilmişti bile :
-Pağdon, iyi misiniz beyfendi?
Tam adama bakacaktı ki, arka koltuktan merakla uzanan bir çocuk başı gördü, sonra onun önündeki koltukta sarışın, kırışık yüzlü, eskisinden çok farklı bakışlar takınmış o kadını. Yiğit ha.. ”Benim oğlum mu?” diye geçirdi içinden. Ardından tüm geçmişine tükürür gibi arabaya bir tekme attı ve cevap verdi :
-Siktir git lan !
Kısa bir zaman sonra adamın bakışları, Serter’in ayaklarında bölündü, parçalandı yok oldu. Bundan habersiz yürüdü oysa, anasına avradına söverek yürüdü. Nereye gittiğini, niye gittiğini, geçmişe mi yoksa geleceğe mi gittiğini bilmeyerek yürüdü. Hatta, içeride hiçbir gece hayaline sığdıramadığı denize kıçını dönerek yürüdü. Ait olmadığı bir masada, kendinden bir parçanın varlığını inkar etmek için yürüdü. ..
Yorum Yazabilirsiniz