Öykü - Kan Yoktu - SANATKAR.NET Sanatkar.Net
Sizden Gelenler

Öykü – Kan Yoktu

Kan Yoktu

Yazan: Ahmet Z.

Tür: Öykü

Otomobilin camlarına küçük yağmur damlaları düşüyordu. Arada bir silecekleri çalıştırıp onların silinip yok olmalarını izlemek hoşuna gidiyordu. Otomobilini yeni yıkatmıştı yağmurun yağacağına aldırmadan. Pırıl pırıl yıkanmış bir otomobilin ıslanması daha da hoşuna gidiyordu. Bahar ayları ve bahar yağmurları, uzun kış geceleri boyunca buz gibi olmuş kalplerin çözülmesi anlamındaydı ve gelecek aylardaki hararet arasında bir ılıman bölgeydi onun için. Böyle bir tablo yapması gerektiğini düşündü bir kavşakta tam kırmızı ışığa yakalanmamayı başarırken. Resmin bütün yüzeyine kar kozalakları egemen olmalıydı, yok yok, kara benzeyen gri-beyaz tonlarda bir vadiyi ele geçirmiş sağanak bir yağmurun renkleri gibi ya da buğulu bir camın arkası gibi bir fon. Eriyen karların etkisiyle büyümüş azgın bir dereyi kondurabilirdi şöyle orta yerine. Üzerine spatulayla çizilmiş kalın sürrealist çizgiler. Belki de duyumsamayı öne almalıydı. Yalnızca duyumsanmalıydı bütün bunlar tabloya bakanlarca. Renkleri ele alınca çözülürdü her şey. Şimdi böyle tasarlamak, sonuçta başka bir resim çıkıyordu tasarlanandan her seferinde. Her neyse. Şimdi resim düşünmek istemiyordu. Eşini ve çocukları kayınvalidelerinin Çankaya’daki evlerine bırakmıştı. Bu gece evde yalnızdı. Küçük bir kaçamak yapmak istiyordu açıkçası. Günlerdir; aslında evlendiklerinden beri -yıllardır- eşinin ve kayınvalidelerinin şefkatli baskıları altında yaşamıştı. Şimdi böyle küçük bir zaman parçası yakalamış olması kendisi için, tuhaf bir boşluk duygusu yaratıyordu içinde. Amaçsızca araç kullanması, böyle tıngır mıngır gidişi, sağdan gidiyor olsa da trafiğin matematiksel düzenini bozuyordu; arkasından gelen araçlar bir süre sonra hırsla korna çalarak onu solluyorlardı. Atölyesine dönmesi gerektiği yalanını söylemişti ama bir türlü çalışmak istemiyordu işte. Bu sıcak yaşamında basit, şöyle herkesin gidebileceği eğlence merkezleri bile yoktu. En iyisi küçük bir kaçamaktı onun için. Hava da iyice kararmış, artık gece olmuştu. Otomobilin kaloriferlerinden yayılan sıcaklık bütün eklemlerini gevşetiyor, dışarıda yağmurdan ve soğuktan kaçınan, büzüşen insanlardan farklı sıcacık bir yuvanın ve konforun içinde olmak onda tuhaf duygular uyandırıyordu.

Birden cadde lambalarının çok cansız olduğu bir yerde bir karaltı gördü. Bir kadındı. Otomobiline doğru, belli belirsiz bir biçimde, kararsızca elini kaldırmıştı. İçinde küçük bir ışık çaktı. Şans ayağına gelmişti. Bu bölgede bu saatlerde hayat kadınlarının müşteri aradıklarını duymuştu arkadaşlarından. Böyle öyküler duyardı her zaman ama bir türlü ona rastlamazdı bu tür kadınlar. Otomobiliyle çoğu kez gece yarıları olur olmaz yollara çıkar, şansını denemeye çalışırdı. Ama bir türlü karşılaşamazdı bu tür kadınlarla. Arkadaşlarının öykülerini kıskançlıkla dinlerdi. Şimdi birden bu şansı yakaladığını duyumsadı. Frenlere asıldı. Islak yolda oldukça tehlikeli bir hızla durdu. Kadın arabanın kapısını açmaya çalışıyordu. Ressam uzanarak içeriden kapıyı açtı. Kadın tuhaf bir karaltı olarak içeriye süzüldü.

– Şuraya, aşağıya kadar götürebilir misiniz beni? dedi.

Ressam birden şaşırdı. Bu gerçek olabilir miydi? Kadının üzerinde geniş, vişneçürüğü renkte bodrum elbisesi vardı. Açık krem rengi bir yelek giymişti. Saçları iki yana örülmüştü. Kalkık burnu yüzüne soylu bir görünüm veriyordu. Bu soylu görüntüsü belki de hiç makyajının olmamasındandı. Birden şaşırdı. Hiç de çekici bir durumu yoktu kadının. İçinde en küçük bir duygu, istek, yabancı bir vücudun duyumsadığı, günahın ve aldatmanın yaratacağı nahoş duygu ve istek yoktu. Çıldırtıcı parfüm kokusuna boğulmamıştı arabanın içi. Tombul, kışkırtıcı dizler yoktu ya da yerlerine sığamayan, dışarıya doğru fırlamış, kendilerine dokunulmaya, ezilmeye, ısırılmaya, emilmeye çağıran göğüsler yoktu. Ama işte almıştı bir kez kadını arabaya.

-Aşağıya nereye kadar? dedi kısık, yutkunur bir sesle. Oldukça heyecanlanmıştı.

Küçük bir suskunluk oldu. Kadın durmadan yola, hemen arabanın ucuna, yakına bakıyor gibiydi.

-Benim evim şurada, yakında biliyor musunuz? dedi birden sevgiyle. Davetkar bir yan vardı bu seste.

-Öyle mi? diyebildi, heyecanını gizlemeye çalışan bir sesle. İşler nasıl da kolayca ve olması gerektiği gibi akıyordu.

-İsterseniz gelebilirsiniz? Size çay yaparım.

Böyle durumlarda aptalca bir iradesizlik sergilerdi. Kadınların karşısında hep edilgendi. Tuhaf bir durumun olduğunu sanki bildiği, sezinlediği halde tek kelime bile söyleyemiyordu.

Ya da içinde gençliğinden geriye artık tortuları kalmış macera duygusunun etkisiyle konuşuyordu.

-Olur, dedi, kısık bir sesle. Sen yolu tarif et yalnız.

-Sevinirim dedi kadın, yine sevecen, gece yaşamına alışmış, kalınlaşmaya yakın bir ses tonuyla, ikiz bir sesle.

Otomobilin kaloriferi gittikçe azıtmıştı. Düşük viteste gitmek motoru daha da ısıtıyordu. Gösterge levhalarının yeşilimsi canlı ışığının, radyodan yayılan hafif bir müziğin ona, kadına karşı üstünlük duygusu verdiğini duyumsadı ve kendini güçlü hissetti. Ama kadının da tavırları değişiyordu:

– Şurada, bakkalın önünde durur musun? dedi. Yarım kilo beyaz peynir, biraz kaşar alabilir misin?

Her şey yolunda dedi, içinden. Şimdiden bir şeyler aldırmaya başladı. Bu bir şeyler vereceği anlamına geliyordu işte. Acaba rakı var mıydı? Beyaz peynir aldığına göre eh rakı da gerekir.

– Evde rakı var mı?

Kadın bir şey söylemedi. Bir şey söylemediğine göre demek ki vardı. Kontak anahtarını da cebine alarak bakkala gitti. Şoförlüğü öğreten amcasının ilk öğüdü kontak anahtarını ne olursa olsun arabada bırakmamasıydı. Bu kuralı, aslında her şeyi unutmaya yakın beyni nedense hiç unutmuyordu. Kadın arabada oturuyordu. Yağmur şiddetlenmişti. Artık yarısı kırlaşmış saçlarının ıslanmasına aldırmadı. Otomobile bir paketle döndü.

Kadın caddenin arka tarafındaki ara sokağa dalmalarını söylemişti. Ancak sokaklar gittikçe karmaşıklaşıyordu ve sanki bu delik deşik, su birikintileriyle dolu yolu Mercedes için değil, yüksek yerli otolar için özel olarak yapmışlardı. Gecekonduların arasına girmişlerdi. İki köpek ansızın önlerine çıkıp uzun süre havlayarak onları takip etti. Küçük bahçelerin, tek katlı, kiremit damlı evlerin arasından ilerliyordu. Toprak yollu, hiç görmediği bir mahalleye girmişlerdi.

Kadın gittikçe gerilen, soğuyan, mekanikleşen bir sesle neredeyse emrederek yolu tarif ediyordu. Ancak, bunun sanki farkında olmuş gibi sesini yumuşattı.

-Ben, dedi, resim yapıyorum. Size göstermek isterim. Beğenirseniz satın alır mısınız?

Mercedes yarma tahtadan çitlerle örülmüş bir evin yanından gidiyorken birden frenlere bastı. Şaşırmıştı. Demek kadın, meslektaşıydı. Uzun süredir ona egemen olan pişmanlık duygusu yerini artık iyice utanmaya bırakmıştı. Belki de eşini tanıyordu. Büyük bir felaketin eşiğinde olduğunu duyumsadı. İyice ısınmış otomobilin içinde alnında ter taneleri birikmişti. Kadının yüzünü gördü birden. Derin çizgilerle doluydu. Böyle genç kız gibi, bir kızılderili kızı gibi ikiye ayırıp ördüğü saçlarının yarısı ne yazık ki beyazdı. Geniş yüzü kırışıklıklarla doluydu. Yaşlı bir kadınla karşı karşıyaydı. İyice pişman oldu. Tam dönmeyi tasarlıyordu ki kadın:

-Geldik, dedi.

Kiremit damlı, bahçeli bir evin önünde durdular. Elinde peynir paketiyle kadının eğik duran bahçe kapısını açmasını bekliyordu o aptalca edilgenliğiyle. Rezalet bir durumdu bu. Kendinden utanıyordu. Peynir suyu kesekağıdını ıslatmış eline akıyordu. Evde eşine yardım için bile, peynir yıkamak, dilimlemek için bile mutfağa hiç adımını atmadığını anımsadı. Kadın önde, kendisi arkada eve girdiler. Bu tek katlı gecekondu evinin kapısı açılınca küf, rutubet ve havasızlık yüzünden karbondioksidin ekşi kokusu ve tanıyamadığı bir koku daha yüzüne çarptı. Küçük bir holdeydiler ve iki yanında görülen açık kapıdan beton mozaiktaşı karışımı tabanın iki yanında açık kapılardan biri, iki yandan bir iple bağlanmış bir bezin altını kapattığı, üzeri kirli tabaklar dolu mutfağa, diğeri de, belediye tuvaleti gibi koku yayan -belki de bu kokuyu duyumsamıştı, duymamıştı- tuvalete açılıyordu. Kadın kenara konmuş eski bir kanepeye neredeyse iteleyerek zorla oturttu onu. Zayıf çıplak bir ampul -evet kırk mumluktu- tepede sanki aydınlatma görevi görüyordu. Kıç üstü kanepeye otururken -düşerken- gözlerinin karardığını, neredeyse bir an görmez olduğunu sandı. Dayanılmaz koku başını döndürüyordu. Betondan vuran soğuk, havaya asılı kokuyu da dondurmuş gibiydi. Ayak tabanlarında soğuğu duyumsadı. Kaçabilir miydi? Ama kadın sanki kaçabileceğini ondan önce anlamış ve neredeyse önüne set gerer gibi onu iki eliyle itelemişti.

Yorgunluktan, bezginlikten, pişmanlıktan ama aslında utançtan başını ellerinin arasına alıp tam bir teslimiyetle olacakları beklemeye başladı. Kadın mutfağa doğru gitti. Peyniri kesekağıdından çıkarmaya başladı. Adam birden kendini toparlaması gerektiğini fark etti. Belki bir yatak, bir yatak odası görmesi duygularının uyanmasına neden olabilirdi. Bir yatak düşüncesi, bu sıcacık, insanının kendini gevşetip insan olduğunu anımsatan konforun varlığı onu rahatlattı. Karşısında üçüncü bir kapı daha vardı ve yarı aralıktı. Ancak içerisi karanlıktı. Sızan ışıktan oranın yatak odası olduğunu anladı.

-Karşı oda neresi? dedi mutfaktaki kadına.
-Yatak odası, dedi kadın.

Rahatlamıştı. Kalkıp içeri girmeyi düşündü. Çünkü burada bir misafir gibi, ayakkabılığın ortasında oturmak gerçekten zor geliyordu. Kalkıp yarı aralık odanın kapısını açtı. Açmasıyla kapaması da bir oldu. Çünkü içeride sanki onlarca yanan ateş parıldıyordu. Küçücük noktalar halindeki bu ateş noktaları kımıldıyorlarmış gibi geldi ressama. Kadın arkası dönük mutfakta peynirleri dilimleyip bir çanağa koyarken gizlice yerine oturdu.

Kadın birden elinde çanakla hızla mutfaktan çıkıp odaya girdi. Işığı yaktı. Perdeleri sıkıca kapalı oda oldukça genişti. Yorganı arkaya doğru atılmış gri yatağın -muhtemelen bir zamanlar beyazdı- üzerinden dört adet iriyarı kedi birden fırlayarak kadının ayakları dibine yürüdüler. Çanağa şöyle bir bakıp adamın yanına geldiler. Tüyleri kahverengimsi gri, burnu siyah, gözleri ateş gibi, siyam kedisine benzeyeni, ayak parmaklarının arasını ve pantolonunun paçalarını koklamaya başladı. Diğeri, tümden siyah ve oldukça iriyarı olanı kanepeye yanına zıplayıp ta omuzu hizasına çıktı. Kulaklarını, kulak arkalarını neredeyse patileriyle hoyratça elliyordu. Kedileri severdi sevmesine, ama şimdi bunlar, böyle, tuhaf bir görüntüdeydiler. Pek sevilecek şeyler değildi. Sanki insanlara egemen, pervasız bir görünüm veriyorlardı. Birden ürperdi. Kulağının dibinde hiç de dostça olmayan alev gibi nefesini duydu kedinin. Başını çeviremedi. Çevirse belki gözüne tırnaklarını batıracaktı kedi. Beyaz ve gri bir azman ise dizinin dibinde kıç üstü oturmuş adamın gözlerinin hareketlerini izliyordu. Bakışları donuk, ürkütücü ve cam yeşili gözleri sonuna kadar açıktı. Dördüncüsü ise peynir çanağının dibinden ayrılmamıştı. Kadın odanın bir yerlerinde görünmez olmuştu. Biraz sonra kedileri çağıran sesi duyuldu. Kediler çanağın etrafına doluştular ve peyniri yemeye başladılar. Kimisi bir dilim ağzına alıyor çanaktan çıkarıyor ve yarısını yere dökerek döşemelerin üzerinde yiyordu.

Kadın elinde A4 ebadında bir kaç resim kağıdıyla gelip yanına oturdu. Ressam, kadının eski ve geniş eteğine sinmiş kokuyu daha yakından duydu. Elindeki resimleri gösteriyordu. Belki de yıllarca önce yapılmış eski, kötü pastel resimlerdi bunlar. Çevresinde resimle ilgili olmayan kirler ve lekeler vardı. Ressam gerçek durumu anlayınca başını yana çevirdi. Acı çekmek istemiyordu. İçini kocaman bir baygınlık duygusu kaplamıştı. Yoksulluk, yaralı ama kalbi sökülen, ya da boğazlanan bir hayvan karşısında duyulan o dayanılmaz acıma ve insanlığından utanma duygusunun aynısıydı. Artık değil cinsel bir ilişkinin, konuşma ilişkisinin bile ağır geldiği bir yabancılaşmanın içinde olduklarını ikisi de biliyordu. Daha doğrusu kadın bütün bunları daha önceden biliyordu. Ama ressam yeni anlıyordu.

Kadın:

-Nasıl buldun resimleri? Dedi.

Ressam, kendini ressam sanan -gençliklerinin bir yerinde kendilerini şair sananlar gibi ressam sananlar da vardı- bir deli ile baş başa olduğunu anlamıştı. Ancak böyle bir delinin evinin resim tablolarıyla, boya, beziryağı kokularıyla dolu olması gerekiyordu. Duyduğu ise ekşi karbondioksit ve rutubetti. Çevrede tabloları andırır bir şeyler de yoktu.

-Güzel, dedi, ressam.
-Teşekkürler, dedi, kadın. Satın almak ister misiniz?
İşte bu olamazdı! Ressam yüzünü ekşitti. Her şeyin bir sınırı vardı ve resmin de bir onuru vardı. Bu paçavralara para verilebilir miydi? Bütün bu lanet dakikalar içinde ilk kez kendine geldiğini, bir şeylere karşı koymaya gücü olduğunu duyumsadı.

-Hayır, dedi, kalın ve kendi sesiyle. İmkanı yok alamam.
Kadın birden, elinde resimler, iki büklüm kanepeye oturmuş gövdesiyle, kıçından zıplayarak sert bir hareketle bir karış daha yanına yanaştı adamın. Çatlak ama sevimlileştirilmeye çalışılmış bir sesle:
-Bak, dedi. Şu güzel değil mi? Almaya değmez mi sizce?
-Hayır, dedi ressam. Başını iki yana sallayarak.

Kedilerden beyaz ve azman olanı ayağının dibinde pantolonunun paçasını ısırdı birden. Ressam kollarını yukarıya kaldırarak ayağını da kaldırdı ve paçasını kurtardı. Kedinin bir tazınınki gibi kırpık kulaklarını görebiliyordu kanepenin dibindeki loşlukta. Sonra, pisi pisi demek için yüzünü tatlılaştırmaya çalıştı ama vazgeçti. Çünkü diğer kedi de omzuna zıplamıştı.
Elindeki resim kağıtlarını karıştırıp duruyordu kadın. Sesi gittikçe sertleşiyordu.

– Demek beğenmediniz? Demek satın alınacak gibi değil resimlerim?
Kadına acımıştı bile bir an. Resimleriniz ne kadar kötü, diyemiyordu. Ancak, inadı inattı. Birden keskin bir acı duydu ayağında ressam. Ay, diye ayağını kaldırdı. Diğer kedi de diğer ayağına yanaşmıştı ve çorabının üstünden ısırmıştı. Tam tekmeyi basmayı planlarken, acaba kuyruğuna mı bastım diye düşündü. Vazgeçti. Ancak kahverengi kedi dizinin üzerine çıkmış, gözlerini gözlerine dikmiş ve kuyruğunu sinirli sinirli sallıyordu. Kulağının dibindeki ise oldukça ağırdı; omzundaydı.

-Hayır, dedi. Sorun o değil, ben almak istemiyorum.
-Demek almak istemiyorsunuz, dedi kadın.
-Evet almak istemiyorum, dedi ressam.

Omzundaki kedi birden kulak memesine yapıştı. Küçük bir çığlık attı ressam.

-Özellikle almak istemiyorsunuz, demek, dedi kadın.

Dizlerinin üzerindeki kedi milim şaşmayan bir tırmığı yanağına gönderdi ressamın. Eliyle yanağına dokunurken parmaklarındaki kanı gördü.

-Özellikle değil ama almıyorum işte, dedi yine de ressam.
-Almalısınız, dedi kadın, tehdit dolu bir sesle.

Adam kulağındaki sıcaklığa elini götürdü. Avucu kan içindeydi. Koluyla omzundaki kediyi bir yana savurdu. Kedi korkmayan ve korkunç bir miyavlamadan sonra yine eski yerine gelmişti. Ressam:

-Tamam alıyorum, dedi. Kanlı elleriyle cüzdanını çıkardı. İçinden titreyen parmaklarla bir beş milyonluk çekti. Kadına verdi.
-Resmime bu kadar mı değer biçiyorsunuz, diye ağlamaklı bir sesle sordu kadın.

Kucağındaki kedi diğer yanağını da tırmaladı, birden.

-Ayıp ayıp, diye söyleniyordu kadın. Demek siz hiç resimden anlamıyorsunuz? Bir sanatçıya böyle davranabiliyorsunuz?

Ressam iki parmağıyla cüzdanındaki bütün kalınlığı çekti aldı, kadına uzattı. Kadın parayı almadan önce cüzdanın içinde bir şey kalmış mı diye baktı, sonra adamın elindeki parayı alışkın bir hızla yeleğinin cebine soktu. Resmin birini ressama uzattı istemeye istemeye.

-Birini mi veriyorsunuz? dedi ressam.
-Ne sandın dedi kadın?

Ressam bir an önce kendini dışarı atmak için geç bile kaldığını ancak anladı. Soygunun böylesini ilk kez görüyordu. Kapıdan çıkarken hep uzakta durmuş diğer kedi acı bir mırnavlamayla sırtının ortasına zıpladı ve elbisesinden tırnaklarını geçirmeyi yine de başardı.

Dışarıda yağmur şiddetini artırmıştı. Mercedesine bindiğinde kapıları kilitledi ve teneke çitlerle çevrili yolda, lanet kasislere aldırmadan eşinin, kayınvalidesinin ve çocuklarının yanına ulaşmak için gaza bastı. Ancak birden, gömleğinin, yanağının, kulağının kan içinde olduğunu anımsadı. Onlara ne yanıt verecekti? Bu kanları nasıl açıklayacaktı? Eliyle yanağını sildi, üstüne başına baktı. Kulağını yokladı.

Kan yoktu. Tertemizdi.

Yorum Yazabilirsiniz

Yorum yaptığınız takdirde E-Posta adresiniz yayımlanmayacak


*